Selçuklu Türk devletinin uç beyi olan Ertuğrul beyin çaktığı kıvılcım oğlu Osman bey döneminde alevlere dönerek Osmanlı Türk devletini oluşturmuştu.
Töre töresi üzerine 1299’da kurulan Osmanlı üç yüz yıl sonra üç kıtada at oynatmaya başlamış ve sahip olduğu toprağı yaklaşık 15 milyon kilometrekareye ulaştırmıştı.
Ancak Türk kültür ve töresinden uzaklaşarak Arap kültürüne kayması, devlet yönetiminde devşirmelere yer verilmesi, liyakatten uzaklaşılması, adaletin yitirilmesi, eğitime önem verilmemesi ve daha birçok sebepten dolayı koca cihan devletinin taşıyıcı kolonlarında ciddi çatlaklar oluşmuştu.
1699’daki Karlofça Anatlaşmasıyla toprak kaybı ve gerileme dönemi başlamıştı. Bu tarihten sonra tahta çıkan on beş padişahın hiçbiri çöküşü engelleyemedi, sadece Abdulhamit Han döneminde bile 1 milyon 600 bin kilometrekare toprak kaybedildi.
Bu durum emperyalist ülkelerin iştahını kabartmıştı. Kurbanının ölmesini bekleyen leş yiyici akbabalar gibi bekliyorlardı. 1919’dan itibaren Yunan, İngiliz, Fransız, İtalyan, Rus ve Ermeni devletleri Osmanlı’nın elinde kalan son toprak parçası olan Anadolu’yu işgal etti.
Bazı gayrimüslim azınlıklar, ermeniler ve isyancı kürtçü ayrılıkçılar da düşmanla işbirliği yaparak bizi sırtımızdan hançerliyordu. Türk milleti yaklaşık 20 yıldır cepheden cepheye koşmaktan yorulmuştu.
Zaten Osmanlı ailesinin yaptığı uluslararası antlaşmalar gereği Türk ordusu dağıtılmış, silahlarına el konulmuştu. Başkent İstanbul da dahil olmak üzere Anadolu’nun yüzde yetmişi işgal altındaydı. Rum çeteler, ermeni çeteler köylere kan kusturuyordu. Güneyimizden gelen bedeviler köyleri talan edip, yağmalıyordu… İmparatorluk bakiyesi Anadolu’da Türk milletinin can ve mal güvenliği kalmamıştı.
Türkler yoksuldu, silahsızdı, devletsizdi ama umutluydu, azimliydi, inançlıydı. İşte tam böyle bir zamanda “muhtaç olduğunuz kudret damarlarınızdaki asil kanda mevcuttur” düsturuyla ortaya çıkan Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün açtığı özgürlük bayrağının altında toplanan Türk milleti “ya istiklal, ya ölüm” diyerek yurdunu düşmandan temizledi, işgalciyi, haini, işbirlikçiyi söküp attı ve bağımsız Türkiye Cumhuriyetini kurdu.
İşte bu yüzden döktüğümüz kanın ve terin hakkı olarak her yıl 29 Ekim’de cumhuriyetimizin yıldönümünü coşkuyla kutluyoruz.
Yukarıda bahsedilen olaylardan yüz yıl sonra BOP kapsamında başlatılan “Arap Baharıyla!” kan gölüne çevrilen Ortadoğu’daki kasırgadan güney komşumuz Suriye’de payına düşeni aldı.
Suriye’de başlayan iç karışıklık ve kargaşadan sonra emperyalizmin marifetiyle onlarca terör örgütü “taşımalı!” sistemle Suriye’ye götürüldü. Çeşitli ülkelerin istihbarat örgütleri Suriye’yi eğitim alanı gibi kullanmaya başladı. Hatta barbar Avrupa ve Amerika’da bazı turizm acenteleri zenginlere özel insan safarisi turları düzenlediler ve bu turlara katılan zenginler, çoğunluğu kadın, yaşlı ve çocuklardan oluşan canlı hedeflere atış yaparak eğlendiler.
Suriye’de artık ciddi bir kurtuluş savaşı başlamalıydı. Ama Suriyelileri Türklerden farklı kılan bir durum vardı ki, Suriyelilerde vatan bilinci yoktu!
Vatan bilinci olmayan Suriyeliler kaçarak ülkelerini terk ettiler. Nüfusun yaklaşık yüzde otuzu Suriye’yi terk etmişti. Aralarında açık denizlerde boğulanlar, organ mafyasına satılanlar, fuhuş mafyasına pazarlananlar, ucuz işgücü olarak çalıştırılanlar oldu.
Yaklaşık 15 yıl süren “it oyunlarından” sonra nihayet, 8 Aralık 2024’te sosyalist bir diktatör olan Esat Suriye’yi terk ederek ağababası Rusya’ya sığındı ve onun yerine yeni bir yönetim getirildi.
Dün bu değişikliğin yıldönümüydü. Şanlıurfa, Gaziantep, Kilis gibi Suriyelilerin yoğun olarak yaşadığı şehirlerde gece ellerinde meşaleler ve Suriye bayraklarıyla meydanlarda toplandılar. Attıkları sloganlar ve okudukları marşlarla ülkelerindeki yönetim değişikliğinin yıldönümünü kutladılar.
Sosyolojik açıdan son derece ilginç bir durum!
Ülken karışınca bırakıp kaçmışsın, on yıldır, on beş yıldır başka devletlerde sığınmacı olarak yaşıyorsun, Suriye’nin dönüşümünde risk almamışsın, kurşun atmamışsın, kurşun yememişsin, savaşan bir askere bir bardak su vermemişsin, yani hiçbir katkın olmamış, bir yıl önce Suriye’de yönetim değişince de ülkene dönmemişsin…
Şimdi kalkmış elinde Suriye bayrağıyla başka bir ülkenin şehirlerinde, sokaklara, meydanlara çıkarak ülkendeki yönetim değişikliğinin kutlamasını yapıyorsun…
Böyle de olunca, ortaya tam manasıyla trajikomik bir durum çıkıyor.
Bu arada yine ve yeniden söylemekte fayda görüyorum, ülke dışına kaçmış olan Suriyelilerin tamamı geri dönmeden, Suriye normale dö-ne-mez!