Sinem Dişli'nin İmgenin Maddesi, Kristalleşen Manzara yapıtı SANATORIUM'un vitrininde sanatseverleri karşılıyor
Kızıl, serginin çıkış noktasını bir "küratöryel sorgulama" olarak nitelendiriyor. "Şeylerin Fısıltısı" sergisi, manzaraya sürekli genişleyen bir kavram olarak yaklaşıyor ve bu yaklaşımı manzaranın tarihselliğine vurgu yaparak gerçekleştirmenin yollarını arıyor.
"Sorgulamaya 'günümüze içkin manzaranın' nasıl olabileceği, daha kapsayıcı bir etik anlayışla ortaya çıkacak bu yeni imgenin neye benzeyeceğine dair sorularla başlıyoruz".
Kızıl, sergiyi teorik ve biçimsel yönden şekillendiren temel arzunun, imgeyi manzara düzeyinde insan olmayan ötekine açma/genişletme olduğunu belirtiyor. Sergi bu amaçla, insan sonrası (post-human) ve yeni materyalizm gibi teorik tartışmalarla besleniyor.

Bir Şeylerin Geldiğini Görüyor musun? II ile Selim Birsel izleyiciye bir sığınaktan dışarıya bakış sunuyor
Felsefeden sanata, insan olmayanla ittifak sorgulanıyor
Kızıl, günümüzde sanata etik ve demokratik bir formülasyonla yaklaşmanın, kaçınılmaz olarak yeni ontolojiler etrafında düşünmeyi gerektirdiğini vurguluyor. Bu bağlamda, insan sonrası, yeni materyalizm ve spekülatif realizm gibi düşünce setlerinin, sanat aracılığıyla insan olmayanlarla ittifaklar kurmanın zeminini oluşturduğunu ifade ediyor.
Serginin merkezine yerleşen "Şey" kavramı ise bir tür "outsider" olarak düşünsel sürece dahil ediliyor. Düşünce tarihi boyunca "şey"e yüklenen olumsuz çağrışım ters yüz edilerek, herhangi bir merkeze bağlı olmamanın avantajını yaşayan bir pozisyona yerleştiriliyor.
Sergide yer alan sekiz sanatçı — Selim Birsel, Sinem Dişli, Sibel Horada, Emre Hüner, Ege Kanar, Çağla Köseoğulları, Ali Miharbi, Yağız Özgen — insan olmayan ötekinin pozisyonunu tartışmaya açarak yola çıkıyor. Bu tartışma eserlerde farklı biçimlerde tezahür ediyor:
Sibel Horada'nın Pembe Şehir eseri, denizden gelen straforların hikayesini anlatarak dolanık ilişkiler ağını görünür kılıyor. Emre Hüner'in KomPoZit NüVe eseri, organik ve inorganik unsurların oluşturduğu hibrit formları ortaya çıkarıyor. Ege Kanar'ın Sonda adlı video yerleştirmesi ise Opportunity aracının Mars'taki 14 yıllık keşif sürecinin izleklerini yansıtıyor.

Ege Kanar'ın 'Sonda' ile kullanım süresi biten bir uydunun dünyaya ilettiği son görüntüleri üç farklı ekranda gösteriyor
Mekân bir gemiye dönüşüyor
SANATORIUM'un fiziksel mekânı, sergide metaforik bir şekilde gemi gibi yeniden şekillendirilmiş. Kızıl, gemi metaforunun manzara kavramı söz konusu olduğunda erken dönemlerden beri karşılaşılan bir unsur olduğunu ve Sanayi Devrimi'yle birlikte gelişmişliğin ve keşfetmenin sembolü haline geldiğini belirtiyor.
Bu mimari dönüşümde, mekânın sembolik bölümlenmeleri güverte, köprü üstü ve sintine kavramları etrafında kurgulanmış. Galerinin ofis alanı olarak kullanılan kısmı "köprü üstü" olarak hayal edilirken, spiral merdivenle inilen depo katı ise bir geminin "sintinesi ya da makine dairesi" gibi düşünülerek tasarlanmış.
Spekülatif gelecek kurguları bir arada
Sergi, var olan gerçeği görünür kılmanın yanı sıra, gelecek tahayyüllerini de gerçekliğin bir unsuru olarak görüngüye çıkarıyor. Kızıl, günümüz sanatının giderek spekülatif imge örüntüleri oluşturduğunu ve bunun yeni bir manzara olarak tezahür ettiğini ifade ediyor: "Spekülatif olan, bize yeni dünyalar, yeni tarih yapma yöntemleri ve birlikte olma hâlleri; mevcut ve verili düşünme biçimlerinin ötesine geçme olanağı tanıyor".
Kızıl, bu yeni spekülatif imgenin enerji ve sanayi kompleksleri, atık tesisleri, araba mezarları, maden ocakları, uzay gözlemevleri, kraterler, limanlar ve nükleer tesisler gibi mekanların iç içe geçtiği hibrit bir görünüm taşıyacağı yönünde kendi spekülatif yaklaşımını da paylaşıyor.

Yağız Özgen, 'Ofis Bölümü Aydınlatma Problemleri' isimli yerleştirmesiyle mekânın ofis olarak kullanılan bölümünde, ışık ve renk kullanımını odağına alıyor
Sergi, manzarayı geleneksel, pitoresk temsillerinin ötesinde bir kavram olarak ele alıyor. İnsan merkezli bakış açısından, daha kapsayıcı bir yaklaşıma geçiş nasıl oldu ve bu değişim, Şeylerin Fısıltısı sergisinin küratöryel yönünü nasıl şekillendirdi?
Şeylerin Fısıltısı sergisi sizin de altını çizdiğiniz üzere manzaraya pitoresk bir mecra olarak ele alınmanın ötesinde sürekli genişleyen kavram olarak yaklaşıyor. Bunu da ilk olarak manzaranın tarihselliğine vurgu yaparak gerçekleştirmenin yollarını arıyor. Sergi kitapçığında özellikle manzaranın tarihselliği çerçevesinde durularak günümüze kadarki dönüşümü daha sübjektif bir açıdan irdeleniyor.
Serginin çıkış hikâyesi “küratöryel sorgulama” (curatorial inquiry) olarak da ifade edebileceğim sürecin sonucunda ortaya çıktı. Şeylerin Fısıltısı, geçmişte yaptığım sergilerin de bir uzantısı olarak düşünebileceğimiz bir imge problemini mesele ediyor. Sorgulamaya “günümüze içkin manzaranın” nasıl olabileceği, daha kapsayıcı bir etik anlayışla ortaya çıkacak bu yeni imgenin neye benzeyeceğine dair sorularla başlıyoruz. Bu sorular, 21. yüzyılın insan sonrası ve yeni materyalizm gibi teorik tartışmalarıyla, AI görselleri oluşturmak için yazılan promptlarla ve sergide yer alan sekiz sanatçının yapıtlarıyla kitapçıkta etraflıca inceleniyor.
Ezcümle, sergiyi teorik ve biçimsel yönden şekillendiren şeyin, manzara düzeyinde imgeyi insan olmayan ötekiye açma/genişletme arzusu olduğunu söyleyebilirim.
Emre Hüner, komPoZit NüVe ile endüstriyel makineleri, organik yapılarla bir araya getirerek kurgusal yarı-mekanik canlılar meydana getiriyor
Sergi, materyal pratikler, jeolojik süreçler ve spekülatif gelecekler arasında bir bağ kuruyor. Felsefe, yeni materyalizm ve insan sonrası teorileri gibi disiplinlerarası etkileri küratöryel sürece nasıl entegre ettiniz? Bu teoriler sergideki eserlerde nasıl bir şekilde açığa çıkıyor?
Günümüzde sanata daha etik ve demokratik bir formülasyonla yaklaşmak kaçınılmaz olarak yeni ontolojiler etrafında düşünmeyi gerektiriyor. İnsan sonrası, yeni materyalizm, spekülatif realizm gibi düşünce setleri insan olmayanlarla ittifaklar kurmanın zeminini oluşturuyor. 2024 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi’nde tamamladığım “Yeni Materiyalizmin Madde Kavrayışının ve Romantizmle (Anti) İlişkiselliğinin Günümüz Sanatına Yansımaları: Yapıtlararası Yeni Materyalist Bir Analiz” adlı doktora tezimde de söz konusu ittifakların sanat aracılığıyla nasıl tesis edilebileceğinin yollarını aramıştım. Nitekim yaptığım her sergi insan olmayanları içerecek bir düşünme biçiminin imge düzeyindeki izlerini görünür kılmanın yollarını arıyor.
Şeylerin Fısıltısı tüm bu teorik ve metodolojik katmanı ve arka planı yanına alarak ilerliyor. Şey bir tür outsider olarak kavramsal sürece dâhil oluyor. Düşünce tarihi boyunca şey’e yüklenen olumsuz çağrışım ters yüz edilmek isteniyor. Elbette şeyler dışarıda bırakılmış olmanın da avantajını herhangi bir merkeze bağlı olmamasıyla yaşıyor. Ki bu da insan sonrası düşüncesinin kalbinde yatan bir argümanı çağrıştırıyor: herhangi bir merkezin ilişkilerde belirleyici olmuyor oluşunu.
Sergide yer alan sekiz sanatçı - Selim Birsel, Sinem Dişli, Sibel Horoda, Emre Hüner, Ege Kanar, Çağla Köseoğulları, Ali Miharbi, Yağız Özgen - insan olmayan ötekinin pozisyonunu tartışmaya açarak yola koyuluyor. Bu tartışma kimi zaman bir straforun hikâyesi etrafında oluşan dolanık ilişkiler ağını görünür kılarak; kimi zaman KomPoZit NüVe örneğinde olduğu gibi organik ve inorganik unsurların oluşturduğu hibrit formları ortaya çıkararak; kimi zaman ise sanatçının kendi failliğini geri çekip maddenin kendi güzergâhlarını takip etmesine alan tanıdığı İmgenin Maddesi ve Kristalleşen Manzara yerleştirmesinde olduğu gibi gerçekleşiyor.
Ancak teori kadar feraset de eşgüdümlü olarak serginin içeriğini oluşturuyor. Bu demek oluyor ki sergi yalnızca var olan gerçeği görünür kılmıyor aynı zamanda gelecek tahayüllerini de gerçekliğin bir unsuru olarak görüngüye çıkarıyor. Tabii şunun da altını çizmek isterim. Sergi her ne kadar insan sonrası bir dönemecin (post-human turn) kıyılarında gezinse de; aynı zamanda tarihsel arka planla dirsek temasını kesmiyor. Özellikle manzara söz konusu olduğunda bir dönüm noktası olarak kabul edilen Romantizmin tarihsel ciheti teorik ve biçimsel katmana yerleşiyor. O nedenle de sergi spekülatif anlatılar kadar duyumsal, sezgisel ve sineztezik jestler de barındırıyor.

Çağla Köseoğulları 'Dağ'da fotoğraf üzerine gerçekleştirdiği grafik animasyonda doğanın geçirdiği katmanları hatırlatarak günümüz dünyasının da bu katmanlardan biri olabileceğini düşündürüyor
SANATORIUM’un fiziksel alanının, metaforik bir şekilde bir gemi gibi yeniden şekillendirilmesi vurgulanıyor. Bu mimari dönüşüm, ziyaretçilerin yapıtların nasıl etkileşime girmelerini sağlıyor? Bu yeniden biçimlendirilen mekânda yapıtların algısının nasıl değiştiğini düşünüyorsunuz?
Evet, gemi sergide bir metafor olarak kullanılıyor. Bilindiği üzere gemi, manzara kavramı söz konusu olduğunda erken dönemlerden itibaren karşımıza çıkan bir unsur. Aynı zamanda, 19. yüzyılda Sanayi Devrimi’yle birlikte gelişmişliğin, özgürlüğün, mesafe kat etmenin ve keşfetmenin sembolü haline geliyor. Gemi, insanlığın doğaya egemen olma arzusunun hem sembolik hem de fiziksel bir aracı olarak ortaya çıkıyor.
Konu manzara olunca, sergi de denize, karaya, gökyüzüne, uzaya ve bunlara içkin aygıtlara (her türlü gemi ve türevlerine) gönderme yapan çok sayıda işi beraberinde getirdi. Sibel Horada’nın Pembe Şehri, Burgaz Ada ve çevresinden topladığı, denizden gelen straforların hikâyesini anlatıyor. Emre Hüner’in KomPoZit NüVe yerleştirmesi, Byford Dolphin petrol platformunda 1983’te, Kuzey Denizi’nin Norveç sektöründe yer alan Frigg gaz sahasında gerçekleşen ölümcül kazaya odaklanıyor. Ege Kanar’ın Buzda Mahsur Kalan Endurance işi, 1914–1917 yılları arasında Ernest Shackleton tarafından gerçekleştirilen Antarktika keşif seferini ve Endurance gemisinin buzullar arasında mahsur kalış hikâyesini ele alıyor. Sonda video yerleştirmesi ise Opportunity aracının Mars’taki 14 yıllık keşif sürecinin izleklerini yansıtıyor.
Mekân özelinde, sembolik bölümlenmeler güverte, köprü üstü ve sintine kavramları etrafında kurgulandı. Özellikle köprü üstü olarak hayal edilen bölüm, galerinin daha önce ofis olarak kullanılan kısmının sergi alanına dâhil edilmesiyle mümkün hale geldi. Galerinin spiral merdivenle inilen depo katı ise, tıpkı bir geminin sintinesi ya da makine dairesi gibi düşünülerek tasarlandı.